OSMANLI AYDINI




Bir toplumun aydınını betimlemek, kaçınılmaz olarak genellemeler yapmayı gerektirir. Oysa genellemelerin içerdiği yanlışlık bir yana, toplumların değer yargılarının, kültürel yapılanmalarının zaman içinde hızla değiştiğini de gözüne almak durumundayız. Bu nedenle toplumsal bir prototip çizmek, herhangi bir kurumu betimlemeye benzemez. Kaldı ki aydın kavramı, köylü

veya isçi gibi tarihin belirli döneminin ve belirli toplumsal iliskiler çerçevesinin içinde ele alınabilecek gibi değildir. Aydın, tarihsel evrimin icinde zaman ve mekanla, belirli toplumsal ilişkilerle sınırlanarak incelenecek bir kavram değil.

Litteras, yani yazılı kültür çevresine mensup bir kisi mutlaka aydın sayılamaz. Okumuş adamların "intelligere" fiilini gerçekleştirmeleri ve aydın olmaları gerçi tarihin belirli döneminde gerçekleşmiştir ama bu belirli donem de dünyanın her toplumu için eşzamanlı değildir.
 
Bütün bu güçlüklere rağmen bir betimleme yapmak ve soyutlastırılmıs bir prototip çizmek zorundayız. Osmanlı aydını, Türk aydını, Fransız aydını; İngiliz isçisi, Fransız isçisi kadar kolay betimlenemese de, aslında var olan tiplerdir.

Bu tipleri çizmenin sakıncalarına rağmen gerekliliği de acık. Osmanlı aydını dediğimiz tipi, herhangi bir geleneksel toplumdaki aydın tipiyle özdeşleştirmek bizi bir yere götürmez. Ayrıntıları ve farklılıklarıyla ele almazsak bir sorunsalı atlamış oluruz.

Örneğin bugünkü Türk aydınını tanımak için Osmanlı aydınını bilmemiz gerekiyor; bu bir. Üstelik böyle bir denemeye, exact (pekin) bir sonuca ulaşamayız diye girişmemek de bir kurtuluş değil. Çünkü bazı zaman küçümseyerek veya yücelterek, çoğu zaman da yarı bilinçli bir sıfatlanmayla  Osmanlı aydını tipinden sık sık söz ediyoruz; bu iki. O halde, edebiyattan, tarihi

olay ve gerçeklerden, yerli ve yabancı kaynaklardan ve incelediğimiz adamların kendi yazdıklarından bir aydın portresi çıkarmak durumundayız. Osmanlı  aydınının bütün Osmanlı asırları boyunca varolmadığını ve Osmanlı aydınının  mevcudiyetini sadece son bir iki yüzyıla hasrettiğim halde klasik Osmanlı  dönemindeki okumuşları (literati) bu aydını oluşturanlar olarak göz önüne

almak zorundayım.

 Aydın insan gerçekte Rönesans’ın bir ürünüdür. Bulunduğu dünyaya, çevresine bilinçle başkaldıran, başkaldırmasa bile bu  çevrenin içinde kendi  konumunu yargılamak gereğini duyan, buna yönelik bir eğitim gören ve eğitim

veren kisi, aydındır. Klasik Osmanlı toplumundaki okumuş, bu anlamda bir aydın değildir. Sorun sadece başkaldırmak da değil, cevresini özgün değerler  ve araçlarla incelemektir. Bunu tutucu veya devrimci her aydının ortak özelliği olarak saptamak mümkün. Böyle bir aydın tipi bizim toplumumuzda yakın  zamanların bir ürünüdür.

Aydın, dünyaya, atalarından devraldığı değerlerle veya tartışmasız bir tavırla (gemut-rahatlık, tartısmazlık) değil, kendi kavram ve araçlarıyla bakan  kişidir. Osmanlı aydınının geç oluşumunun nedeni, çoğunlukla vurgulandığı gibi sadece Avrupa kültürüne yakınlık veya uzaklıkla düğümlenen bir sorun değildir. 16. yüzyıldan beri bizim okumuşların Avrupa tarihine, dillerine ilgi duyduğunu  biliyoruz. 16. yüzyılın seçkin okumuşu Feridun Bey, Hasan bin Hamza ve Ali bin  Sinan'a bir Fransa tarihi çevirtmişti. Çevrilen bu tarihin ne kadar ise yaradığını sormayalım. Bu ne tarih yazıcılık metodumuzu etkilemişe benziyor, ne de dış

dünyaya bakışımızı...

 17. yüzyıl sonunda Hezarfen Hüseyin Efendi Latince, Yunanca ve Fransızca  bilgisiyle Marsigli ve Galland'ı bile hayran bırakmıştı. Hüseyin Efendi, Yunan ve  Roma'dan başlayan, Bizans’ı da içeren bir tarih yazmıştı. Katib Celebi Avrupa kaynaklarını tanırdı. Ama bu kisilerin etrafında eğitebildikleri bir grup yoktu.  Aydınlar olmayınca aydın olması da zordur. 18. yüzyılda ise Batı dillerine, Aristotelien dusunceye ilgi duyan her dinden bir Osmanlı aydın grubu oluşmaktaydı. Örneğin İstanbul'da Kantimir, Mavrokordato ve Nefiyoğlu gibi ayrı dil ve dinden insanlardan oluşan ama ortak dili konuşan, ortak sorunları tartışan bir grup yardı. Koca Ragıp Pasa astronomi, doğabilim gibi dallarda Avrupa eserlerini izliyordu. Bilgisi derin olmasa da bunu eğitime sokan, ceviriler yaptırtan biriydi, demek ki ortam olusuyordu.  Osmanlı okumuşunun aydın olamayışını matbaanın gecikmesine bağlamak yaygındır. Büyük olcude doğruluk payı olan ama eksik bir teşhis bu bence.  Petrarca'nın zamanında da matbaa yoktu ama Petrarca aydındı. Avrupa'da 15.  yüzyılda, matbaadan önce yüzlerce nusha coğaltılan kitaplardan biri ne İncil'di, ne çok kullanılan bir felsefe tractatus'uydu, ne de bir dini şerh. Schiltberger'in 1440 yılına ait bir Kucuk Asya seyahatnamesiydi.

 

Petrarca niçin aydındı? Klasik dünya ile kendi dünyasını karşılaştıran, klasik kültürü kendi dunyasına nasıl aşılayacağını araştırma ve düşünme bilincine ulasmıs biriydi de ondan. Topladığı, çevirdiği, uyarladığı klasik metinlerle bu büyük uğrası baslatan öncülerdendir. O Rönesans aydınıdır. Rönesans aydını ister komunyonu Aristotelien mantıkla reddeden Pomponazzi olsun, isterse  Machiavelli gibi geleceğin politikasını inşa için geçmişi analiz eden bir siyasetçi olsun, isterse da Vinci veya Michelangelo gibileri olsun, hepsinin ortak yanı çevreleriyle bu hesaplaşmayı yapacak bilinçte adamlar olmalarıdır. Onun için kültür tarihinde Rönesans aydını ve Rönesans adamı gibi bir tipin varlığından  söz edilebiliyor. Aydın tipi, Rönesans adamıyla doğmaktadır.

Osmanlı aydını Tanzimat devrinde kendini tarihsel olarak ortaya koydu.

Osmanlı aydını, 19. yuzyıl reformcu Babıali bürokrasisinin ürünüdür. Kullandığı  dili sadeleştirmeyi düşünen veya sadeleştirmese bile niçin muhafaza etmek  gerektiğini tartışan, toplumunu modernleştirmenin veya gelenekleri içinde tutmanın nedenini ve gereğini tartışmaya başlayan bir okumuş tipidir bu. Davranışlarında henüz bağımsız ve özgür bir nitelik yoktur: Belki henüz devlet kapısının mahkumudur ama devlet kapısının düzenini de tartışmak ve değiştirmek amacındadır. Bu okumuş tip, muhafazakar veya radikal olsun, toplumun kurumlarını tartışmasız kabul etmez, teraziye vurarak yorumlar. Muhafazakar Cevdet Pasa, Mithat Pasa kadar dünyaya acıktı ve toplumunun çizgilerini kendi kabuğu içinde gözlemiyordu. Cevdet Pasa da Fransız ihtilalini ve İngiliz parlamentarizmini öbürleri kadar kantara vurmuş ve tercihini yapmıştı. 19. yüzyılın Osmanlı aydını, klasik Osmanlı toplumunda ayrı dil ve din kompartımanlarında yasayan gruplardan çıkan zeki gençlerin aynı eğitim potasında kaynamasıyla ortaya çıkmıştı. Rum, Ermeni, Türk veya Arap, hepsi Osmanlıcayı, Fransızcayı bilen gençlerdi. Aynı protokolden, aynı ustaların  çıraklığından geçmiş, aynı ideolojiye bağlanmaları istenmişti. Hatta bağlılıklarındaki yorum farklılıkları bile aynı çevre ve aynı eğitimin niteliklerinden kaynaklanıyordu. İslam hukukunu vukufla yazan Sava Pasa ve Şemsettin Sami Arnavut’tu, üstelik Türkçe kadar Rumcayı da iyi bilirlerdi çünkü  her ikisinin de eğitimini görmüşlerdi. Sahhak Abro Efendi, Ermenice kadar

Türkçeyi, onun kadar Fransızcayı iyi bilirdi. Avrupa ekonomisi, politikası, Avrupa tarihi hakkında yaptığı çeviriler ise etrafındaki Babıali bürokratlarının  isteklerine cevap verecek bicimde seçilmişti. Osmanlı aydını nasıl yorumlarsa yorumlasın, bir modernleşme ideolojisinin adamıydı. Tarihe, gününe ve geleceğine aynı yoğunlukta bakmak zorundaydı.

Bu bakışlardaki farklılıklar, klasik tipteki gruplaşmaların yerini, siyasal görüşe  göre biçimlenmiş gruplaşmaların almasına neden oldu. Klasik donemin kişisel  çekişmeleri ve tutarsızlıkları da artık siyasal kutuplaşma ve dünya görüsünün  kristalleşmesiyle başka tur çatışmalara dönüşüyordu. Gerçi Osmanlı aydınının bu evrimini tamamladığını iddia edemeyiz ama 19. yuzyıl bürokrasisinin aydın  yetiştirmeye başladığı da bir gerçekti.  Ulusalcılık akımı, Osmanlı eliti ve bu elitin hayat tarzıyla birlikte Osmanlı aydınını da ortadan sildi. 20. yüzyıl basında Osmanlı aydını, Türk toplumu içinde ağırlığını duyursa da artık bir kalıntıydı. Bundan sonra kendine özgü  çizgileriyle ulusal aydın tipinden söz etme donemi başlıyordu.




Yorumlar