NECİP FAZIL KISAKÜREK Ulu
Hakan II. Abdülhamid Han adlı iddialı eserini şu görkemli ve ucu açık final
cümlesiyle noktalar: Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.
Necip
Fazıl'ın dediği gibi gerçekten de Sultan II. Abdülhamid'i anlamak, bize 'her
şeyi' açıklayacak sihirli bir anahtar sunma becerisine sahip olabilir mi? Bir
kişi, nasıl olur da 'her şeyi' açıklama kudretini haiz olabilir? Ancak söz
Necip Fazıl'ın ağzından, üstelik de iddialı bir eserinin son cümlesi olarak
çıkmışsa muhakkak ki üzerinde düşünmeye değer.
Bunun
gibi cümleler, büyük yazarların, okuyucuların beyin damarlarına saldıkları
atomlara benzer. Patlatılınca muazzam bir enerji yükünün açığa çıktığını
hayretle görürsünüz onlardan. Hem patlatılmak için orada değiller midir zaten?
1977
tarihli 3. baskısında tam 639 sayfaya ulaşan bu hacimli "eser", Necip
Fazıl'ın fazlasıyla kendisine mahsus renkler taşıyan "ideolocya"sınm
tarihteki ayaklarından birisini oluşturur. Fikriyatının serüvenini tarih
içindeki zirve şahsiyetlerin omuzları üzerinden seyretmeye bayılan Necip
Fazıl'ın II. Abdülhamid'i, karanlık ve susturulmuş bir devrin sırlarını
gümbür gümbür haykıran bir sözcü sıfatıyla karşımıza çıkar. Nitekim İdeolocya Örgüsü adlı temel
"tezi"nin, kendi deyişiyle baş eserinin, hatta manifestosunun hemen
yanı başına konumlandırdığı görülür Ulu Hakan II.Abdülhamid Han adlı
kitabını.
Necip
Fazıl, II. Abdülhamid aleyhine ortaya
sürülen n e kadar iddia varsa, onların tam tersinin doğru olduğunu en baştan
bir prensip, bir usûl olarak kabul eder ve bu kabulü de kitap boyunca ortaya
koyduğu delillerle ispatlamaya koyulur. Belki tarih disiplini ve tarihçilik
mesleği açısından, bâtıl bir iddianın, bir yanlışın tam tersinin doğru
olacağı/olması gerektiği varsayımıyla yola çıkmak bizi isabetli sonuçlara vasıl
etmeyebilir (nitekim tarihte 'doğrular' ile 'yanlışlar' simetrik bir diziliş
arz etmezler). Ancak esas itibariyle, II. Abdülhamid'in, yakın tarihimizin
"turnusol kâğıdı" türünden ayırt edici bir işleve sahip olduğunu fark
etmek ve ettirmek önemliydi Necip Fazıl için.
Bir
başka deyişle, onun nazarında Sultan Abdülhamid'e aydınların nasıl baktığına
göre, bakanların dünya görüşleri, ufukları, ufuksuzlukları, tarihimize ve
bugünümüze dair neler düşündükleri ve teklif ettikleri rahatlıkla tespit edilebilirdi.
Velhasıl, 'Bana Abdülhamid'ini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.'
sözüyle özetlenebilir onun görüşü. Dolayısıyla Necip Fazıl'ın "
Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır" tespitini bir milletin
'kimlik teşhisi' çabası bağlamında anlamak gerekmektedir. Bir başka deyişle,
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'in başında
formülleştirdiği 'Neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz?'2 şeklindeki
derin soru üçlemesinin yakın tarihin çorak ülkesine düşen gölgesini
tablolaştırmak...
Tarihteki
kilit şahsiyetlerin engin dünyalarını anlamak, bugünümüze de, yarınımıza da
kudretli ışıklar tutacaktır. Tarihçi lik biraz da, geleceğin büyük adam
adaylarını geçmişteki meslektaşlarıyla buluşturmak işi değil midir?
Yakın tarihin kilidi
İşte II. Abdülhamid her şeyden önce
siyasî, sosyal, kültürel, askerî, teknolojik... tarihlerimiz ya da genel olarak
büyük harfle Tarihimiz açısından bu kilit şahsiyetlerden biridir. Onun
benzersizliği, hem kendisinden önceki, en azından son bir asırlık sultanlar
zinciri içerisindeki yerinden, hem de kendisinden hemen sonra, arkasından
müthiş bir gürültüyle açılan büyük boşluktan ve hızlı yıkımın dehşetinden
kaynaklanır. Onu tarihin kader-denk noktasında ulaşılmaz bir 'zirve' haline
getiren kritik rolünü, bu iki ucu yanık kokan manzaranın önünde fotoğraflamak
lazımdır.
Ne
mutlu ki, bugün üzeri çamurla sıvanıp tanınmaz bir hale getirilmiş olan bu
zirvenin kaba hatları ağır ağır da olsa ortaya çıkıyor; üzeri katran kadar
kalın bir sıvayla örtülmüş "Abdülhamid gerçeği", ufkumuzda yeniden
ihtişamla zuhur ediyor. Nizamettin Nazif'in dilinden söylersek,
Abdülhamid, zaman ilerledikçe devrin insan
kadrosu içinde "bir nur gibi" daha ziyade parlıyor.
IV.
Mehmed'in 1687'de tahttan indirilmesinden bu yana, yani 319 yıldır en uzun süre
yöneticilikte bulunmuş devlet başkanı sıfatını taşıyan3 II.
Abdülhamid Han'la ilgili yığınla olumsuz spekülasyon yapılmıştır, hala
yapılmaktadır ve galiba dozu giderek azalsa da, yapılacaktır. Bu da aslında
onun "yaşayan" bir şahsiyet olduğunun en büyük kanıtıdır.
"Son
Padişah" olarak nitelendirdiğimiz II. Abdülhamid, 24 Nisan 1909'da, yani
bundan 97 yıl önce 31 Mart denilen düzmece bir hadise bahane edilerek, daha da
garibi, dinî kitapları yaktırmak veya yasaklatmak gibi 'şer'î gerekçeler'e sığınılarak
33 yıl oturduğu tahtından indirilmişti. O yıllarda Tanin gazetesini
çıkaran Hüseyin Cahit Yalçın, sonradan kaleme aldığı On Yılın Hikâyesi
adlı hatıralarında Meşrutiyet'ten sonra ülkenin nasıl bir başıboşluk ve
sahipsizlik içine yuvarlandığım çok veciz bir üslupla anlatır.4 Aynı şekilde sonradan
Başbakan olan Fethi Okyar da, II. Meşrutiyet dönemindeki şaşkınlık ve kargaşayı
şöyle yansıtır:
Evvelâ Meşrutiyeti ilân ederek rejimi,
mutlakiyetten şartlı demokrasiye çevirebilmiş olan İttihad ve Terakki, iktidara
sahip çıkamamıştı, çünkü ne hükümet etme felsefesi, ne kadrosu, ne hazırlığı
vardı... İktidar, şekilde bizim, gerçekte eskinin devamı idi ve eskiye dönme de
demiyeceğim, amma yapılmış olanı yıkma hareketi, bu boşlukların içinde birden
patlayıverdi... Biz, İttihad ve Terakki olarak, hem meşrutiyetin tüm
sorumluluğunu yüklenmiştik, hem de Parlamento'da çoğunlukta olarak iktidar
partisi idik: Vatanın kaderi bizim elimizde ve omuzlarımızda idi Aslında ise,
iktidarda değildik: Çünkü ne vatanı idare edecek kadromuz, ne de bu kadroyu
terkib edebilecek felsefemiz vardı. Bütün bu çelişkiler ve boşluklar içinde iyi
niyetimizden asla şüphe edilemezdi ve sanırım böylesine muazzam bir yükü
üstlenmemizin başlıca sebebi ve dayanağı da mutlak iyi niyetti.
Ah
o iyi niyet! "Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir"
diye boşuna dememiş İngilizler.
Üzerinden
tartışmaların buğusu henüz tüttüğü için ben bu tür öldükten sonra da sanki
hayatta imişcesine tartışılan kişilere, ısrarla "yaşayan şahsiyetler"
demeyi tercih ediyorum. Bu anlamda Abdülhamid Han'ın birçoğumuzdan daha 'diri'
olduğu yeterince açık değil mi? Yaptıkları, yapamadıkları, hataları, sevapları,
projeleri, kör noktaları, hamleleri, vizyonu, ufukları ve sınırları...
Bütün
bunlar iktidardan uzaklaştırılmasından bir asır sonra dahi tartışmaya davet
ediyorsa, hatta kışkırtıyorsa insanları, o kişinin nabzının hala mahrem
noktalarımızda atmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. O, zamanın öğütücü, un
ufak edici, tahripkâr akışına dayanmanın, direnmenin, tükenmemenin bir tür
iksirini bulmuş demektir.
Tabii
şu da var: II. Abdülhamidin Tanzimat'ın Osmanlı yapısını radikal bir tarzda
dönüştüren reformlarına da yer yer müdahale ettiği gözden kaçmaz. Hatta
Tanzimat'ın özüne olmasa bile, uygulanışındaki temel hatalara müdahil olduğu
açıktır. Sultan II. Mahmud'dan beri teb'anın gözünde yıpranmış ve meşruiyeti zedelenmiş
bir kurum olan padişahlık veya devlet otoritesini kendi şahsı etrafında manevî
bir hale oluşturarak restore etmeye girişmiştir. Ve bu müdahalelerinde Osmanlı
Devleti'ni yeniden güçlü ve zinde bir bünye haline getirerek dış dün yayla
bilek güreşine tutuşturmayı hedeflemiştir.
Abdülhamid Adliyesi nasıldı?
Tarihçi Yılmaz Öztuna'ya kulak
verelim mi sözün burasında? Tanzimat adliyesinin Sultan Hamid döneminde
nasıl kararlı bir şekilde takip edildiğini şöyle açıklıyor Öztuna:
Padişah, devleti sokakta bulmamıştı.
Kendisine Devlet, Meşrutiyetçiler tarafından da ihsan edilmemişti.
İmparatorluğa şahsen sahip çıktı. Şahsî yönetim gibi çok ağır bir sorumluluğu
seçti.
Ancak tam bir Tanzimatçı idi. Cevdet
Paşa'nın kurduğu Tanzimat eğitimi ve Tanzimat adaletini, çok daha
geliştirerek uyguladı. Kazâ'nın (yargının) icrâ'dan (yürütmeden) ayrılması,
daha açık tabirle siyasî iktidarın asla mahkemelere karışmaması bir Tanzimat
ilkesi olduğu için, bu prensibe, hem de kusursuz şekilde uydu.6
Saltanatı
süresince sadece 11 kişinin -onlar da adi suçlulardı-idam hükmünü onaylamış
olan Abdülhamid Han, özellikle siyasî suçluları affediyor, bu da Adliye ile
arasını açıyordu. Nitekim Adalet Bakanı (Adliye Nazırı) Abdurrahman Paşa, bir
defasında saraya gelerek istifasını sunmuş ve istifa sebebini soran Padişah'a,
'Bizim adaletimize güvenmiyor musunuz da getirdiğimiz idam dosyalarını müebbed
hapse çeviriyorsunuz?' diye çıkışmıştı. En güvendiği bakanlardan birisinin bu
yaman eleştirisiyle karşılaşan Abdülhamid, ona, hakimlerin de insan olmak
hasebiyle hatalar yapabileceklerini, bu yüzden sonradan pişman olabilecekleri bir karardan dolayı vicdan
azabı çekmek istemediğini söyleyerek durumu açıklamış ve sonunda Paşa'yı
istifadan vazgeçirmişti.
Ancak
onun "tam" bir Tanzimatçı olduğu vurgusunu değiştirmek ve Tanzimat'ın
ruhuna sahip çıkmakla birlikte, onun halktan kopuk tavra, hatta "halka
rağmencilik"e kaymasına karşı yeni bir yöneliş ve istikamet getirdiğini
söylemekte fayda var. Bir başka deyişle, Abdülhamid denilince, karşımızda
Tanzimat'ı yeniden tanzim etmeye ve çıkmış olduğu Osmanlı rayına yeniden
oturtmaya kararlı bir bilge-kral olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Nitekim
François Georgeon'un kanaati de aynen bu yöndedir. Ona göre Abdülhamid
yönetimi, Tanzimat'la birlikte gelen iki yeniliğe karşı bir tepki olarak
şekillenmiştir. Birincisi, padişahın zayıflayan yetkilerine karşı güçlü bir
padişahlık kurma şeklinde kendisini belli etmiştir, ikincisi ise bu
zayıflamanın son halkasını temsil eden Midhat Paşa'nın liberalizmine ve
anayasacılığına bir tepki olarak karşımıza çıkar.
Bu
sebepledir ki, Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak
olacaktır" tespitini, onun giriştiği bu direnişte, ama körü körüne
olayların akışına ayak diremesinde değil, çağın olaylarını, mensup olduğu medeniyetin
rengine bir daha boyayabilme ümidinde ve aşkında, yalnız ümidinde ve aşkında da
değil, bunun gerçekleşebilir bir proje olduğunu göstermesinde sınamak lazımdır.
O,
bir proje insanıydı ama ütopyacı değildi. Tek kelimeyle, îslamiyetin ve
Osmanlılığın modern çağa rengini verebileceği iddiasının ve bu iddiayı
gerçekleştirme bilincinin son has temsilcilerindendi.
"Sultan
II. Abdülhamid Han" denilince, üzerimize kapanmış kara kapılardaki paslı
anahtarların yuvasında gürültüyle dönmeye başlaması, işte bu yüzdendir.
Kaynak:
Mustafa Armağan, Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı
Yorumlar