Bu kitap bir arzudan doğdu. Her neslin kendi tarihini yeniden yazması arzusundan.
Birikimimiz farklı, yaşadığımız çağın verileri
farklı, kafa yapılarımız epeyce değişmiş, "bilgi çağı trenini
kaçırmamak" deyip duruyoruz ama tarihimizi bir türlü harp darp
ekseninden kurtaramıyoruz. Yine ders kitaplarımızda savaşlar ve
hükümdarlar anlatılıyor; henüz hanedanların yarım yamalak anlatısı
olmaktan çıkmış değil tarihlerimiz. Kan, kılıç, barut takıntımız devam
ediyor...
Oysa bunları bile anlatsak onların arkasında
ışıldayan beyinlerin ve ruhların korlaşan öykülerini yazmamız lazım
gelmez mi? Mesela bir savaş, müthiş bir tasarım kabiliyetini gerektirir.
Bilgisayarında tasarım yapan insanların Mohaç meydanında sergilenen
muhteşem tasarımın anlatısını soluksuz okuyacağı kitapları ne zaman
yazacağız?
Öte yandan ne yazık ki, tarihlerimizin en yalan
yanlış ve eksik kısmını, medeniyet tarihimiz oluşturuyor. 600 yıl
yaşayan bir medeniyet, bir çingene kolonisi bile olsa zengin bir kültür
üretmeli değil miydi? Peki nerede bu zenginlik? Topkapı Sarayı'nı gezenlerin kaçta kaçı üç ana
kapıda temsil edilen medeniyet sergisinin farkındadır? Sarayın asıl gül
bahçesi olan Gülhane bugünkü parkın olduğu yerde değildi; şimdi demiryolu binalarının olduğu
kısımda, Sarayburnu'na doğru uzanırdı. Sarayın gül bahçesi, yani amatör
bir bahçıvan olan Fatih'in güllerini derdiği, aşıladığı, çapaladığı bir
bahçesi olduğu neden anlatılmaz bize? Hele yakınlara kadar orada bulunan
hayvanat bahçesinin, aslında sarayın bir parçası olan Arslanhane ve
Kuşhane'nin döküntüleri olduğu neden anlatılmamıştır?
Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed, Necip
Fazıl'ın deyişiyle, tarihimizi örümceklerin değil, şimşeklerin çevirdiği
bir zaman dilimine ve o zamanın damarlarına kan pompalamış 'havada
donan şimşek'ine yöneltilmiş bir el feneri. Bu, semada donmuş şimşeğin
bazı bölgelerine fersiz de olsa bir ışık düşürebilmek, en büyük gayesini
oluşturuyor. Bütünü kuşatmak gibi bir iddiası yok. Ancak bütüne dair
bir fikir hamallığı, bir kazı çalışması, bir sondaj gayretli denilebilir
ona.
Kitapta ilme ve ilim adamlarına verdiği değerden
İstanbul'u yalnız fethedilecek bir 'arazi' olarak değil, aynı zamanda
bir idealin, asırlardır peşinde koşulan Medine-i Fâzıla’nın
gerçekleştirileceği bir medeniyet projesi, insanlığa bir armağan olarak
değerlendirmesine kadar pek çok cephesiyle Sultan Fatih'i yansıtmaya ve
yorumlamaya çalıştım.
İçinden kayıklar geçiyor bu kitabın, ilim adamlarıyla dolu.
Coğrafyaları bir gerdanlık gibi birbirine rapteden
altın halkaları tespit ediyor. Harita tutkusuyla iç dünya teknolojisini
bir araya getiren engin bir dünyaya kapı açıyor. Yazar için Fatih'in ve fethinin maddesi kadar, belki de daha fazla, ifade ettiği mana önemli.
Ne arıyordu bu Sultan Bizans İmparatoru'nun efsanevî kütüphanesinde?
Ya Delfi mabedinin kâhini Plutark'm fatih sultan mehmed kitabım
neden istinsah ettirmişti? Yaptırdığı onlarca Fü-sûsu'l-Hihem
şerhlerindeki hikmetler, içindeki hangi boşluğa deva olacaktı?
Bunları yeterince bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, onun içinde bir korun yanmakta olduğu.
Bu kitap, okurunu o kor'a bir adım olsun yaklaştırabilirse vazifesini büyük ölçüde yapmış sayacaktır.
Ufukların Sultanı'ndan damlalar düşerken sayfalara,
yazarı çekiliyor aradan. Sözü, sözün sultanlarından birine bırakıyor.
Abdülhak Hâmid, modern edebiyatımızda Fatih hakkında yazılmış en güzel
şiirde onun asıl yapmak istediğini şöyle özetliyordu (enam, halk
demektir): Tevhid idi merâmın İslâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle
iktidarın.
Mustafa Armağan
Yorumlar